Eskiden ülkemizde genellikle göz ardı edilen ve yeni yeni konuşulmaya başlanılan, ancak Batı dünyasını sarıp sarmalayan çarpıcı bir olgu var: LGBT (lezbiyen, gey, biseksüel, transseksüel) İdeolojisinin ve Cinsel Sapkınlığın Normalleştirilmesi.
Bu ideolojinin temelini oluşturan unsurlardan biri, Alfred Kinsey'in tartışmalı çalışmalarının etkisi altında şekillenmiştir. Kinsey, suçlular ve cinsel sapkınlar üzerine odaklanarak yürüttüğü sözde bilimsel araştırmalarda, toplumdaki eşcinsellik oranlarını çarpıtarak, eşcinsel ilişkileri adeta bir norm gibi lanse etmeye çalışmıştır. Kinsey'in yöntemleri ve örneklem seçimi, bilimsel standartlara uymayan ve büyük eleştirilere maruz kalan bir yapıya sahip olmasına rağmen, LGBT aktivistleri Kinsey’in çalışmalarını içtenlikle benimsemiştir.
1960 ve 1970'lerin cinsel özgürlük talepleri döneminde, LGBT aktivizmi önemli bir evrim geçirmiştir. Stonewall isyanları gibi olaylar, eşcinsel harekete önemli bir ivme kazandırmış ve günümüzde “onur yürüyüşlerinde” kutlanan sembolik olaylardan biri haline gelmiştir.
Amerikan Psikiyatri Birliği'nin 1973'te eşcinselliği hastalık listesinden çıkarması, eşcinsel aktivistler için önemli bir “başarı" olarak değerlendirilirken, elde edilen "kazanımların" bilimin tarafsızlığını ne kadar yansıttığı konusu eleştiriye maruz kalmış durumdadır. Bu bağlamda, eşcinsel aktivizminin öncülerinin gerçek hedefinin ne olduğu, titizlikle değerlendirilmesi gereken önemli bir konudur.
LGBT ideolojisinin amacı başlangıçta "özgürlük" kavramı etrafında şekillenmiş, ancak zaman içinde bireysel özgürlük talepleriyle sınırlı kalmayarak, Batı'daki liberal partilerin politik sahnelerinde bir ana akım haline gelmesiyle evrim geçirmiştir. Batı'daki liberal partiler, bu olguyu politik bir "resmi ideolojik söylem"e dönüştürmüştür. Bu değişim, birçok ülkenin eşcinsel evliliği yasallaştırma ve anayasalarda aile tanımını, aynı cinsiyetten ebeveynleri içerecek şekilde güncelleme çabalarını içerir.
Hollanda, 2001'de bu devrimin öncüsü olarak öne çıkmış, peşi sıra birçok Avrupa ülkesi bu akıma dahil olmuş ve ABD de 2015'te bu dalgaya katılmıştır. Dünya genelinde anayasal olarak eşcinsel evliliği tanıyan ülkelerin sayısı şu anda 30'u aşmış durumdadır. Bu ideolojik değişim, birkaç aşamada evrimleşerek politik ve toplumsal bir baskı aracına dönüşmüştür. Nitekim, Lüksemburg Başbakanının eşcinsel olduğu bilinen eşinin, diğer ülkelerin başkanlarının eşleriyle NATO zirvesinde yan yana durması, politikanın bu olguyu nasıl bir propaganda aracına dönüştürdüğünü gösteren çarpıcı bir örnektir. Siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları ve sendikalar, liberal istilanın etkisi altında eşcinsellerin aile kurma konusunda hak iddiasına karşı çıkmaktan çekinmemektedir.
Günümüzde LGBT ideolojisi, kadınsılaşmış erkekleri ve erkeksileşmiş kadınları destekleyerek ve cinsiyetin biyolojik olarak sadece kadın ve erkek olarak sınırlı olmadığını savunarak, cinsiyetin "karmaşık" bir kavram olduğunu ve kişilerin cinsiyetini kendi seçimleri doğrultusunda belirleyebileceğini öne sürer. Bu değişim sürecinde, homoseksüelliği destekleyen kampanyalar, sadece yasal düzenlemelerle sınırlı kalmayarak çocukların eğitim müfredatlarına bile nüfuz etmiştir. Gençlere "cinsel eğitim" kapsamında transseksüellik ve cinsiyet değişikliği olasılığı hakkında bilgiler verilmesi, çocukların erken yaşta LGBT ideolojisiyle tanışmasına ve cinsiyet karmaşasına sürüklenmesine neden olmaktadır. Bu durum, çocukların sağlıklı bir şekilde gelişmelerini engelleyip geri dönüşü olmayan cinsiyet değiştirme ameliyatları geçirmelerine yol açarak sadece üreme kapasitelerini engellemekle kalmamakta, aynı zamanda çocukları ömür boyu hormon ilaçlarına bağımlı ticari bir kazanç kapısına dönüştürerek ilaç firmalarının karını artırmaktadır.
Anasınıflarında LGBT toplulukları için özel günler ve resmi kutlamalar düzenlenmeye başlanmıştır. Bu özel günler, “Onur Haftaları” olarak anılmakta ve "LGBTQ güçlendirme" adı altında özel etkinliklere ev sahipliği yapmaktadır. Dahası, bazı ülkeler, özellikle Kanada gibi, LGBT üyelerini tam olarak tanımayanları suçlu ilan edecek ve cezalandıracak yasal düzenlemeleri hayata geçirme sürecine girmiştir.
Birçok ülkenin ve milyarlarca dolarlık büyük kurumların, özellikle Netflix, Disney gibi medya devlerinin aracılığıyla homoseksüelliği planlı bir şekilde teşvik etme çabaları aşikardır. Bu çabalar, Batı'ya teknolojik olarak bağlı olan tüm dünya ülkelerini etkisi altına almakta, adeta bir küresel propagandaya dönüşmektedir.
Bu çabaların temel motivasyonlarından biri, homoseksüelliğin karlı bir pazar olarak görülmesidir. Neoliberalizmin yükselişiyle birlikte, LGBT hareketi politik bir duruştan kültürel ve tüketimci bir kimliğe evrilmiştir. LGBT hareketinin ekonomik ve ticari boyutlarına vurgu yapan "Homokapitalizm", eşcinselliği ve kültürü kapitalist ekonomik sistem içinde bir pazar olarak görme ve kullanma eğilimindedir. Eşcinsel semboller, renkler, etkinlikler ve eşcinsel haklarını destekleyen açıklamalar, markaların geniş kitlelere ulaşma ve belirli tüketici gruplarına hitap etme çabalarını çarpıcı bir şekilde gün yüzüne çıkarmaktadır. (LGBT aktivistliği yapan markalara buradan göz atabilirsiniz.)
Eşcinsellik konusunun Birleşmiş Milletler (BM) gündemine girmesi, özellikle 2011'de Hillary Clinton'un BM Genel Kurulu'nda yaptığı konuşma ile dikkat çekmiştir. Clinton, eşcinsel haklarını “insan hakları” olarak tanımlayarak, bu konunun uluslararası düzeyde ele alınmasını savunmuştur. Ancak, bu söylemin Batılı devletler tarafından, özellikle Batı dışındaki ülkelerde "azınlığı koruma" gerekçesiyle emperyal politikalara dönüştürülme riski bulunmaktadır. Örneğin, eşcinsel haklarına destek vermeyen ülkelerin ABD'den yardım almayı hak etmedikleri düşüncesi, uluslararası ilişkilerde yeni bir ayrım yaratmıştır. Asimetrik güç dengeleri göz önüne alındığında, bu söylemin emperyalist amaçlara hizmet ettiği ve Batı dışındaki toplumlar üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanıldığı iddia edilmektedir.
Sonuç olarak, LGBT ideolojisi ve hareketi başlangıçta bireysel özgürlük taleplerini savunmak amacıyla ortaya çıkmış ve zamanla politik bir güç haline evrilmiştir. Batı'daki liberal partilerin benimsediği LGBT ideolojisi, eşcinsel evliliği yasallaştırma ve aile tanımını değiştirme çabalarıyla toplumlarda dejenerasyona neden olmuştur. Bu evrim, kültürel ve tüketimci bir kimlik olan "homokapitalizm"i de beraberinde getirmiştir. LGBT hakları Birleşmiş Milletler gündemine girdiğinde ise, özellikle Hillary Clinton'un konuşmasıyla uluslararası boyutta dikkat çekmiştir. Bu söylemin emperyalist politikalara dönüştürülmesi, LGBT'ye destek vermeyen ülkelerin uluslararası ilişkilerde "medeni olmamak" ile etiketlenmelerine neden olmaktadır. Asimetrik güç dengeleri bağlamında, LGBT hakları söyleminin Batı dışındaki toplumlar üzerinde baskı aracına dönüştüğü ve küresel siyasette önemli bir rol oynadığı görülmektedir.
Yorumlar