LGBT hareketinin etkisi altına giren mevcut dünya düzeninde, basın ve medya kuruluşları tarafından yayınlanan LGBT yanlısı haber ve içerikler eşcinselliğin normalleştirilmesi amacını gütmekte ve eşcinsel yönelimin kökeni hakkında bilimsel temelden uzak, yanıltıcı ve yanlış bilgilerin dolaşıma sokulmasına neden olmaktadır. Yapılan dezenformasyon çalışmalarının etkisiyle günümüzde birçok kişi eşcinselliğin doğuştan gelen biyolojik bir durum olduğuna dair yanlış bir inanışa kapılmakta ve bu nedenle eşcinselliğin değiştirilemez bir durum olduğu sonucuna varmaktadır. LGBT hareketinin ürettiği söylemlerden biri olan “eşcinselliğin doğuştan geldiği” iddiası, siyasi ve toplumsal düzeyde olduğu kadar bilimsel alanda da hakim görüş haline getirilmeye çalışılan doğruluğu kanıtlanmamış bir iddiadır.
LGBT hareketinin temel kavramlarından biri olan eşcinsellik, kişinin hemcinsine ilgi duyması durumunu ifade etmektedir. Eşcinsellik kavramı, geyleri (erkeklere ilgi gösteren erkekler), lezbiyenleri (kadınlara ilgi gösteren kadınlar) ve biseksüelleri (her iki cinse ilgi gösteren) içeren geniş bir kapsama sahiptir. Eşcinseller, esas cinsiyetlerini kabul eder ve cinsiyetlerini değiştirmek üzere herhangi bir tıbbi girişimde bulunmazlar.
Cinsel yönelim kişinin hangi cinse ilgi duyma eğiliminde olduğunu ifade eden bir kavramdır. Kişinin cinsel yönelimi psikolojik, fizyolojik, çevresel ve sosyokültürel faktörler başta olmak üzere pek çok farklı faktöre bağlı bulunmaktadır. Eşcinsel yönelimin görülme nedenleri çeşitlilik göstermekle birlikte, erken çocukluk çağı travmaları ve cinsel kimlik gelişim sürecinde yaşanan olumsuzlukların kişinin cinsel yönelimini etkilediği ve eşcinsel meyil oluşumuna zemin hazırladığı bilinmektedir. Çocukluk döneminde görülen yanlış yetiştirilme tarzı (kız çocuklarının erkek gibi, erkek çocuklarının kız gibi yetiştirilmesi), ebeveyn ilgisizliği, baba figürünün yetersizliği veya yokluğu, yanlış özdeşim kurma, cinsel istismar, şiddet veya kötü muameleye maruz kalma vb. durumlar, kişide cinsel kimlik ve cinsel yönelim karmaşası yaşanmasına neden olan etkenler arasında yer almaktadır.
Çocukluk dönemi dediğimiz 0-6 yaş aralığında başlayan ve ergenlik döneminin sonuna dek süren cinsel kimlik gelişim süreci, kişinin cinsel yönelimini etkileyen ve şekillendiren temel evre olarak kabul edilmektedir. İki yaşa kadar anneye bağlı olarak yaşayan çocuk, iki yaş sonrası anneden kopar ve baba ile daha yakın bir ilişki kurmaya başlar. Bu aşamada anne-baba üzerinde yapılan gözlemler sonucu kız çocukları anneye, erkek çocukları ise babaya benzerliğini fark eder ve hemcins ebeveyn ile özdeşim kurma süreci başlar. Hemcinsini kendine rol model olarak gören çocuk bu sayede kendi cinsiyetine uygun davranış biçimlerini öğrenir. Ruh sağlığı uzmanlarının üzerinde durduğu en önemli konu, kişinin hemcins ebeveyn ile nasıl bir bağ kurduğu ve bu bağın cinsel kimlik gelişimi üzerinde nasıl bir etki bıraktığı ile ilgilidir. Kendi cinsiyetinden ebeveyn ile kuvvetli bir bağ kuramamak, yeterli ilgi ve sevgiyi görememek kişinin cinsel kimlik gelişimini olumsuz yönde etkileyen durumların başında gelmektedir. Bu süreci sağlıklı bir biçimde tamamlayan kişiler, ergenlik ve sonraki dönemde cinsiyetleri ve cinsel kimlikleriyle barışık oldukları için cinsel yönelimlerini heteroseksüel yönde ifade edebilmektedir. Kimlik gelişiminin olumsuz şartlarda tamamlandığı bir durumda ise kişide ergenlik ve sonraki süreçte eşcinsel meyil oluştuğu, dolayısıyla bir cinsel yönelim değişimi yaşandığı görülebilmektedir.
Kişide var olan ruhsal rahatsızlıkların tanı, teşhis ve tedavisi psikiyatrinin çalışma alanına girmektedir. Psikiyatristler, kişinin ruh sağlığını olumsuz yönde etkileyen faktörleri incelemekte ve uygun terapi yöntemleriyle kişide şikayete konu olan rahatsızlıkları tedavi etmektedir. Bu noktada eşcinsellikten kurtulmak isteyenlerin atacağı ilk adım bir ruh sağlığı uzmanından destek almak olacaktır. Eşcinselliğin tedavisi yönünde çalışmalar yapan uzmanlar ilk aşamada davranış terapisi yöntemini uygulamaktadır. Davranış terapisinde temel amaç, şikayete sebep olan olumsuz davranışları tespit etmek ve kişiye bu davranışları yeniden düzenleyerek yerine olumlu davranışlar getirme becerisi kazandırabilmektir. Bu amaçla bireysel terapi ve gerekli görüldüğü takdirde grup terapisi uygulamaları gerçekleştirilmektedir. Bireysel terapi seanslarında kişiyi eşcinsel davranışa iten kökteki duygular üzerine odaklanılmaktadır. Eşcinsel davranışın kökeninde ise genellikle travmaya bağlı olarak gelişen aşağılık duygusu, umutsuzluk ve yetersizlik hissi, anksiyete ve depresif bozukluk yer almaktadır.Bireysel terapi sürecinde gerekli görüldüğü takdirde grup terapisi de uygulanmaktadır. Grup terapisi yöntemi danışana, çevreden destek alarak davranışlarını yeniden düzenleme ve hemcinsleri ile sağlıklı bir iletişim kurma becerisi kazanma olanağı sağlamaktadır. Oldukça kişisel bir çerçevede ilerleyen terapi süreci etkin ve istikrarlı bir biçimde devam ettiği takdirde kişide eşcinsel meylin azaldığı veya tamamen ortadan kalktığı gözlemlenmiştir.
İlk olarak Amerika’da örgütlü bir yapı haline gelen LGBT hareketi, eşcinselliğin doğal bir durum olduğu ve bu nedenle tedavisinin mümkün olamayacağı yönündeki görüşlerini siyasi ve toplumsal düzeyde kabul ettirebilmek ve bu sayede meşruiyet kazanmak amacıyla çeşitli girişimlerde bulunmuştur. Eşcinselliğin kaynağı hakkında üretilen ve bilimsel gerçeklikten uzak iddialara destek bulabilmek için Amerika’daki psikiyatri kuruluşlarına yönelen LGBT hareketi, yayınladıkları tanı kılavuzunda eşcinselliği bir hastalık olarak nitelendiren Amerikan Psikiyatri Birliği’ni (APA) hedef almıştır. Birliğin toplantılarını basan ve üyelerini tehdit eden LGBT aktivistleri, birliğin içinden gelen bir destek ile amacına ulaşmış ve tanı kılavuzunun takip eden revizyonunda eşcinsellik hastalık kategorisinden çıkarılmıştır. Bugün ana akım medyada sıkça dile getirilen “eşcinsellik bir hastalık değildir” söyleminin arka planında bilimsel ve objektif kararlardan uzak, tamamen politik çıkarlara dayalı bir süreç bulunmaktadır. 1970’li yıllarda alınan bu karar ulusal ve uluslararası kamuoyunda geniş yankı uyandırmış ve eşcinselliğin toplumsal düzeyde kabulüne bir zemin oluşturmuştur. Eşcinselliğin hastalık olmadığı iddiası psikiyatri alanında tanı, teşhis ve tedavi koşullarını da olumsuz yönde etkilemiştir. Eşcinsel bir hayat tarzını kabul etmeyen ve bu durumdan kurtulmak için çare arayan kesimin ihtiyaç ve talepleri ise görmezden gelinmiştir. Bu noktada eşcinselliğin hastalık kategorisinden çıkarılmasına destek veren ve tanı kılavuzunun ilgili kısmını revize eden ekibin başında bulunan psikiyatrist Robert Spitzer, eşcinselliği kabul etmeyen ve tedavi olmak isteyen kesimin talepleri doğrultusunda bir çalışma yürütmüş ve ortaya çıkan tablo sonucunda LGBT destekçisi görüşlerinden dolayı pişmanlık duymuştur. Eşcinsellikten vazgeçmenin mümkün olup olmadığını araştıran Spritzer, bir yıldan fazla süredir terapi gören eşcinseller üzerinde yürüttüğü araştırma neticesinde eşcinselliğin geçici ve tedavi edilebilir olduğu sonucuna varmıştır. Toplam 200 katılımcı ile gerçekleştirilen araştırmada, erkeklerin %85’i ve kadın katılımcıların %70’i eşcinsel olmanın hayatlarında herhangi bir “duygusal tatmin” oluşturmadığını ifade etmiştir. Yayınladığı bu çalışma neticesinde Spitzer, LGBT örgütleri tarafından ihanetle suçlanmış ve ciddi tehditlere maruz kalarak yaklaşık on yıl sonra çalışmasını geri çekmek zorunda kalmıştır.
Yaşanan tüm bu gelişmelerden sonra eşcinselliğin tedavisi, yalnızca durumdan zarar gördükleri kesin olarak belirli olan insanlara yönelik olacak şekilde düzenlenmiştir. Yapılan düzenleme, eşcinselliğin değiştirilemez bir durum olduğu görüşünü temel alan LGBT hareketini memnun etmemiştir. Eşcinsellikten kurtulmak isteyen insanların tedavi taleplerini varlığına bir tehdit olarak gören LGBT hareketi, eşcinsel yönelimin kaynağı ve tedavi imkanları hakkında dezenformasyon çalışmalarına yönelmiştir. Bunlardan en bilineni eşcinsellerde, eşcinsel yönelime sebep olan ayrı bir gen olduğu yönündeki iddialardır. LGBT hareketi ve savunucuları, dolaşıma soktukları “eşcinsel geni” olduğuna dair iddianın doğruluğunu kanıtlamak üzere kişide cinsiyeti ve cinsel yönelimi farklı kılan özel bir gen olup olmadığına dair araştırma yapılmasını talep etmiştir. Kamuoyunda artan merak üzerine bilim adamları tarafından yürütülen kapsamlı çalışmada “eşcinsel geni” olduğu iddiası çürütülmüştür. 2019 yılında Science dergisinde yayınlanan ve yaklaşık 500 bin kişinin genomu (vücuttaki tam DNA seti) incelenerek yapılan araştırmada, eşcinsel davranışın genetik temelleri incelemeye alınmıştır. Elde edilen bulgular çok net bir biçimde eşcinsel yönelime sebep olan birden fazla faktör bulunduğunu ve nedenler arasında iddia edildiği gibi bir genetik belirleyicinin (eşcinsellik geninin) olmadığını ispat etmiştir. Eşcinselliğin genetik temelli bir durum olduğu görüşü bilim adamlarının yaptığı yakın zamanlı bir çalışma neticesinde çürütülmüştür. Ancak ne yazık ki mevcut düzende siyasi gücü arkasına alan LGBT hareketi, asılsız iddialarını kamuoyu nezdinde dile getirmeye devam etmektedir. Eşcinselliğin değiştirilemez olduğu ve eşcinsel hayat tarzının kişiyi mutlu kılacağı yönündeki dayatmacı ve gerçeklikten uzak iddialar güçlü bir biçimde savunulmaktadır.
Oysaki mevcut araştırmalar eşcinsel bir yaşam tarzının sürdürülebilir olmadığına ve şu anki koşullarda eşcinsel yaşamın kişide intihar eğilimi ile madde kullanım riskini artırdığına işaret etmektedir. Bu bağlamda 2008 yılında gerçekleştirilen bir çalışma, heteroseksüel ve eşcinsellerin ruh sağlığı sonuçlarını karşılaştırmalı olarak ele almıştır. Elde edilen veriler incelendiğinde, gey, lezbiyen ve biseksüel kişilerin heteroseksüellere kıyasla daha yüksek düzeyde intihar davranışı, ruhsal bozukluk, madde kullanımı ve madde bağımlılığı riski taşıdığı gözlemlenmiştir. Ruh sağlığı alanında yapılan bir başka araştırma, eşcinsel gençlerde travma sonrası stres bozukluğu riskinin heteroseksüel gençlere göre 1.6 ila 3.9 kat daha yüksek olduğunu göstermektedir. Çalışmanın dikkat çekici bir diğer bulgusu, eşcinsel gençlerdeki travma sonrası stres bozukluğu riskinin çocukluk çağı istismarı ile ilişkilendirilmiş olmasıdır. Bu bulgular, çocukluk çağı istismarının eşcinsel yönelime sahip gençlerde travma sonrası stres bozukluğuna yol açtığını ve bu rahatsızlığın ilerleyen süreçte bireyin eşcinsel olduğuna dair yanlış bir algı geliştirmesine neden olabileceğini ortaya koymaktadır.
Elde edilen verilere rağmen eşcinsellikten kurtulmak isteyenler ve bir çıkış yolu arayanlar, LGBT destekçisi otoriteler tarafından durumun kabulüne zorlanmaktadır. Eşcinsellikten vazgeçenler ve onların tedavi haklarını destekleyenler homofobik oldukları yönünde suçlamalara maruz kalarak susturulmaya çalışılmaktadır. LGBT hareketinin ürettiği bir diğer kavram olan homofobi, teorik anlamda eşcinsel hayat tarzına yönelen her türlü eleştiriyi nefret suçu bağlamına alarak bir suç unsuru haline getirmeye çalışan bir terimdir. Pratik alanda ise LGBT hareketinin savunduğu sapkın ideolojilere ve dayatılan yaşam standartlarına dokunulmazlık kazandıran bir araç olarak kullanılmaktadır.
LGBT hareketi ve siyasi uzantıları tarafından toplumun yüz yüze getirildiği olumsuz gidişat görmezden gelinmekte ve eşcinsel, biseksüel veya transseksüellik gibi sapkın cinsel meyile sahip olan ancak bu durumdan memnun olmayıp tedavi imkanı arayan insanların psikoterapi hakları yasalar çerçevesinde kısıtlanmakta veya tamamen yasaklanmaktadır. Mevcut gidişata örnek olarak eşcinsel evlilikleri yasal hale getiren ve eşcinsellere evlat edinme hakkı tanıyan Fransa’yı örnek gösterebiliriz. LGBT’lilere son derece geniş haklar tanıyan Fransa'da geçtiğimiz yıl eşcinsel, biseksüel ve transseksüellere yönelik tedavi amaçlı uygulanan psikoterapi hizmetleri yasaklanmıştır. Yasak kapsamında terapi uyguladığı tespit edilen herkes iki yıla kadar hapis cezasına veya yüksek miktarda para cezasına çarptırılmakta; reşit olmayan birinin terapiye dahil olması durumunda ise daha yüksek miktarda para cezası uygulanmaktadır. Böylelikle ruh sağlığı çalışanlarının hizmetleri yasalar çerçevesinde kısıtlanmış ve cinsiyeti veya cinsel yönelimi konusunda karmaşa yaşayanların tedavi hakları da ellerinden alınmıştır. Amerika ve Avrupa ülkelerinden de benzer haberler gelmeye devam etmektedir. LGBT hareketi ve destekçilerinin özgürlük adı altında sergiledikleri ayrımcı ve baskıcı tutum bugün tüm dünyada insanların ifade özgürlüğünü tehdit eden, tedavi seçeneklerini kısıtlayan çok ciddi bir hak ihlaline dönüşmüş durumdadır.
Gelinen noktada eşcinselliğin çoğunlukla travmaya bağlı gelişen bir durum olduğu ve tedavisinin mümkün olduğu yönünde görüş bildirenler homofobi ile suçlanırken, LGBT hareketi mensuplarına eşcinsel evlilikten evlat edinmeye kadar uzanan geniş bir yelpazede yasal haklar tanınmaktadır. Bireysel özgürlük, hak-hukuk, yaşama saygı talepleriyle yola çıkan bir hareketin geldiği noktada topluma kendi ideolojisine uygun bir yaşam standardını dikte ettiği görülmektedir.
Yorumlar